USD 0,0000
EUR 0,0000
USD/EUR 0,00
ALTIN 000,00
BİST 0.000

Minik şişelerin dedesi ve Bursa’nın artık olmayan seyyarları

13-04-2022

MİNİK ŞİŞELERİN GİZEMİ

Kirişçikızı Çıkmazı sokağındaki çocukluğumdan hatırlıyorum. Masallardan fırlamış gibiydi ak saçlı dede… Sokak sokak dolaşır, ayakkabı boyacı sandığına benzer gizemli bir kutunun içindeki minik şişeleri satardı.

Bağırırdı; “Nane yağı, kekik yağı” diye… Çok küçükken o ufacık şişelerin oyuncak olduğunu sanırdım. Biraz daha büyüdükten sonra başka bir şey olduğunu anladım.

Kirişçikızı Çıkmazı’nın komşu hanım teyzeleri o minicik şişelerden birer, ikişer alırlardı. Kantaron yağını yaşlılar ayaklarına sürerdi. Nane yağı nefes açardı, kekik yağı soğuk algınlığına, başka pek çok şeye iyi gelirdi. Annem bala damlatır; birer kaşık yuttururdu üşüttüğümüzde. Acıydı, keskin bir kokusu vardı.

Şimdi zırt pırt hastanede soluğu alıyoruz ve avuç dolusu hap içiyoruz…

O zamanlar üşüttün mü ıhlamur, elma kabuğu, tarçın, karanfil; miden bozulmuşsa nane limon kaynatılırdı.

İshal mi oldunuz, anneler hemen çiğ kahve yedirir ve gün boyu sizi yağsız pirinç lapasına mahkum ederlerdi. Zehirlenme şüphesi varsa hemen sarımsaklı yoğurt yapılırdı.

Diyelim ki düştünüz; ayağınız burkuldu; hemen zeytin soğan dövülür bir tülbentle bağlanırdı.

Eğer alnınızı çarpıp şişirmişseniz, ya da benim sıkça başıma geldiği gibi kavgada alnınızın çatısına bir taş yediyseniz; anneniz hemen ekmek çiğner; alnınıza yapıştırırdı, şişi ve morartıyı alsın diye…
Mahallelinin doktor diye bildiği dahiliyeci Cahit Taşangil, Asabiyeci Rüştü Burlu, Göz Doktoru Selçuk Nayman’dı; bir de meşhur bir kulak burun doktoru vardı, ama adını bir türlü hatırlayamadım.
Selçuk Nayman beni 5 numara miyop ile ilkokul 1’inci sınıfta gözlüğe başlatan doktordur.

İPE DİZİLMİŞ KUZU AYAKLARI / PAÇACILAR

Minik şişeli masal dedesi gibi başka seyyar satıcıları da vardı Bursa’nın… 
Mesela şimdilerde özellikle de pandemi sürecinde kelle paça çorbaları, kemik suları çok gözde oldu…

Kovid olana kelle paça çorbası götürüp kapılarına bıraktık. Ya hazır aldık ya da kendimiz yaptık.
Eskiden mahalle aralarında ipe dizilmiş, tütsülenmiş kuzu ya da oğlak ayaklarını omzuna alan çoğu yaşlı adamlar “Ayakçı, paçacı geldi” diye bağırlardı. Annelerimiz de alır, çorba yapardı. Şimdilerde yayınlarda Mardin yemeği olarak geçiyor; ama 50, 60 yıl öncenin Bursa’sında vardı, ucuzdu, her evde pişerdi.

Yoğurtçular vardı; tahtaya terazi gibi bağladığı yoğurtları satarlardı. Yoğurtlar sanayileşmemişti, o yüzden de insanlar kapılarına gelenden alırlardı yoğurdu. Haliyle de ekşirdi. Uzun yıllar hazır yoğurt aldık; artık kendim yapıyorum o ekşiyebilen yoğurtları!

SÜTÜN NAMUSU, TEBEŞİRLE ÇİZİLEN ÇİZGİLER

Sütçümüz vardı; her gün süt getirirdi, kimin o gün ne kadar süt alacağını bilirdi; elimizde tencere kapının önünde beklerdik, kaç litre süt sattıysa, kapının yanındaki duvara tebeşirle o kadar çizik atardı. Antik çağların hesabı! Sütlerin parasını toptan haftada ya da 15 günde bir alırlardı herhalde, hatırlamıyorum. Ama İnsanlar birbirlerine ne kadar da güvenirdi; kimsenin sütçünün çizgilerini silip daha az yeni çizgiler çizmek aklının ucundan bile geçmezdi.

Aslında konum başkaydı. Girişte çocukluğumda şifalı bitkileri büyüklerimizin nasıl kullandığı üzerine bir şeyler yazacaktım. Konum tıbbi ve aromatik bitkiler üzerine açılan bir kurstu… Ama yazı başka bir mecraya aktı. Onu da yarın yazarım artık.

AK SAKALLI ODUNCU DEDELER

Ak sakallı, ak saçlı oduncu dedeler vardı; omuzunda balta, “Oduncu, oduncuu” diye gezerlerdi. İri odun parçalarını sobada yakılacak büyüklükte keserlerdi. Annem hele de hava soğuksa, kırılacak odun yoksa bile, oduncu dedeleri kapının önüne oturtur, en azı sıcak bir çorba koyar, mutlaka doyururdu. Çocukluğumda evlerde kömür kullanılmazdı.

Bir de çıracılar gelirdi; eşeğin sırtına yükledikleri çıraları satardı. Soba tutuşturmak için herkes birkaç demek çıra alır, sonra da onları daha ufak tutuşturmalık ufak parçalara ayırırdı. Kimileri de benzinlikten bidonla gaz alırdı, odunu tutuşturmak için, ama onun kokusu kötüydü.

Seyyar satıcı değildi, ama seyyar olduğu kesindi; Cuma ninemiz… Onu da yazmam lazım. Sokağın kadrolu dilencisiydi. Yaşlı bir kadındı, iki kardeş çok severdik Cuma nineyi. Annem hiç boş çevirmezdi. Onun da karnını doyururdu. Sokak kapısının üzerine gazete kağıdı yayıp yemeğini yerdi, lokmasını bizimle paylaşırdı. O zamanların Kirişçi Kızı Çıkmazı sakinlerinde kibir yoktu, merhamet ve paylaşım vardı.

Uzun süre gelmedi. Son geldiğinde çok zayıflamıştı, zaten çok ufak tefekti, hepten küçülmüştü. Annem çok üzüldü, o defa bozuk para değil kağıt paralar verdi eline; hırka verdi, çarşafının altına giydirdi. Ayağına uyan ayakkabı bulamadı, yün çorap giydirdi. Yanına taşıyabileceği kadar erzak da verdi. Gitti ve bir daha hiç gelmedi.

Kışın hoş bir odun kokusu kaplardı sokağı. Çoğu evin bacası yoktu; odalardan boru çıkartılır, duvarlara tel ile bağlanarak lodosta uçmaması sağlanırdı.

Sokağın sakinleri kim bilir kaç kuşak Bursalı olduklarından lodosu bilir ve hiç kimse de lodosta soba tepmesinden zehirlenmezdi, çünkü lodos çıktığı gibi sobalar söndürülürdü. Bazen yatak odalarına ısınsın diye mangal konurdu, kömürler usulünce yakıldığından olsa gerek, çocukluğumda hiç mangaldan zehirleneni duymadım. Kentin geleneksel bilgisi, kültürel DNA’ya işlenmişti. 
Sonra odunun yerini kömür aldı. Kovalı kömür sobaları devreye girdi, kömürün külü oduna göre daha fazlaydı. Her gün kova boşaltılırdı.

Şehir grimtırak sarı bir dumana boğuldu. Oduncular da yavaş yavaş yok oldular. Bir de yanılmıyorsam, 1970’li yıllarda gaz sobaları çıkmıştı. O da sıkıntılı bir şeydi; bidonla şimdiki Hüzmen Plaza’nın olduğu yerdeki benzinlikten gaz taşırdık eve.

BİR NANE ŞEKERİNE, BİR ŞARKI!

Yine çocukluğumda Roman gençler keman, dümbelek gibi müzik aletlerini çalarak, şarkı söyler ve bir sepete koydukları ince uzun nane şekerini satarlardı. Çok eğlenceliydi. İçlerinden biri çok yakışıklıydı, sesi de çok güzeldi, mahallenin ablaları bol bol nane şekeri alıp, o günün meşhur şarkılarını söyletirlerdi. Onlar gelince sokak neşelenirdi.

Bir de seyyar satıcılar arasında dondurmacılar, sırtladıkları kutuda buzlu Sütsal dondurma satanlar, elma şekercileri, üstünde badem, fıstık olan rengarenk macunları satanlar; horoz şekerciler, şambaliciler, turşu ve turşu suyu satanlar vardı. Sokak satıcıları temiz olurdu, bazıları beyaz önlük bile giyerdi!

El arabalarında salatalık da, soyulup tuzlanıp satılırdı. Elbette simit, poğaça, iftariyelik, pandispanya, tahanlı pide satanlar da vardı. İftariyelikler Ramazan’da, kandillerde, bayramlarda satılırdı. Pandispanyalar ise buram buram amonyak kokardı! Yine de güzeldi Çocuklarının tutturmasından bezen anneler, başta annem olmak üzere,  kimi zaman dondurmacı, macuncu, şekerci, tatlıcı gibi bugünün abur cuburcularla kavga eder ve çıkmaz aralıktan gönderirlerdi.

BIÇAK BİLEYİCİLERİ, BOHÇACILAR

Bıçakçılar vardı; sık sık gelirlerdi ve herkes bıçaklarını götürüp bileyletirdi. (Bileyletmek gündelik yaşamdan olduğu gibi gündelik konuşmadan da çıktığından bilgisayarda bu sözcüğün altı kırmızı ile çiziliyor, yani word’ün yazım ve dilbilgisi denetiminde yok, yanlış sözcük hükmünde!)

Henüz “Eskidiyse at, yenisini al” misali tüketim toplumuna dönüşmemiştik. Şimdilerde bıçak bileyicileri şehrin eski mahallelerinde hala ama sadece Kurban. Bayramı öncesinde insanların sık geçtiği sabit bir yerde tezgah açıp bıçak biliyor.

Seyyar satıcılar kadın olarak bohçacılar vardı; çoğu Roman’dı; bir evde bohçalarını açarlar, tüm komşu hanım teyzeler, genç kızlar orada toplanırdı. Rahibe ya da manastır işi denilen çeyizlikleri sadece onlar satardı.

ESKİNİN ESKİCİLERİ

Eskiciler de vardı; hala da var, ama kamyonetle beyaz eşya topluyorlar ya da çöplerden karton ve kullanılmış eşya.

Eskinin eskicileri sokakları el arabalarıyla dolaşıp, “Eskici geldi, eski alıyorum, eskiler” diye bağırırdı. Naylonlar yeni çıkmışken, eski erkek pantolonu, ayakkabılarını alıp yerine günün modası olan naylon leğen, kova filan verirlerdi.

Sonra nayloncular katıldı seyyar satıcılara. Terlikçiler, sebze ve meyve satanlar derken… Zamanla onlar da mekanize oldular, kamyonetlerde satılmaya başladı ürünler.

KALAYCILAR, BAKIRIN ALÜMÜNYUMA YENİLİŞİ

Kalaycılar da vardı; Romandılar; aralığın ortasına malzemeleri sererlerdi. Evlerde kullanılan kaplar bakırdı; kalayı gitmiş tencerede pişen yemek insanları zehirlerdi. Bakır çalığı derlerdi zehrine.

Çok ilgimi çekerdi; merakla izlerdim. O rengi gitmiş, kırmızı kırmızı bakırları çıkmış, kararmış tencereler, tepsiler, sahanlar, kazanlar sanki sihirli değnek değmişçesine pırıl pırıl gümüşi bir renkle parlardı.

Annelerimiz, kalaylanan kaplarda yemek yapmadan önce zehrini alsın diye süt kaynatırlardı. Derken bakır kaplar, yerini yeni icat alüminyum tencerelere bıraktı. Onların bakır kaplardan çok daha zehirli olduğunu onlarca yıl kullandıktan sonra öğrendik.

 Bugün Alzheimer’in bilinen nedenlerinden biri de bedendeki, beyindeki alüminyum birikimi! Düşünsenize, dibi tutmuş alüminyum tencereleri telle her defasında nasıl ovduğumuzu; zehirli kimyasalları her defasında nasıl ortaya çıkardığımızı!

Sonrasında çelik tencereler çıktı; ama hala ucuz olduğundan evlerde ya da lokanta ve restoranlarda, yemek şirketlerinde alüminyum tencere ve kazanları kullananlar var… 

ŞİMDİNİN SEYYARLARI DA KAYBOLACAK

Biz büyüdük, şehir büyüdü, ülke büyüdü… Pek çok ürün gibi gıda da sanayileşti. Seyyar olarak yapılan pek çok meslek yok oldu. Şimdilerde her yerde değil ama benimki gibi mahallelerde hala seyyar satıcılar var; kamyonetle soğan, patates, sarımsak, sebze, meyve satıyorlar. Kamyonetle dolaşıp beyaz eşya, elektronik eşya alan eskiciler de var! Bir de çöplerden karton ve eski eşya toplayanlar var.

El arabasıyla satış yapanlara gelince…

Her yerde değil ama mahallemde pandemi öncesinde el arabasıyla mevsiminde hamsi satılırdı; salgında satışa çıkamadılar! Bu kış da hiç denk gelmedim, muhtemelen balık çok pahalı, el arabasını dolduracak  kadar balık alamadılar! Ara sıra simit satanlara da denk geliyorum. Bir de yine el arabasında kazandibi, şambalı tatlısı; nohutlu tavuklu pilav satanlar var. Çoğu epeyce yaşlı.  

Son yıllarda soğutma tanklarında süt satan seyyar sütçülere de denk geliyorum. Mahallemde tüm seyyar sütçüler araçlarında aynı müziği kullanıyor! Geldiklerini anlayıp cama çıkıyor ve siparişi veriyoruz. Onlar genelde beşer litrelik satış yapıyor. Sütün yanında tereyağı ve yumurta da satıyorlar. Ama onların hesabı tebeşirle değil elbette, peşin.

Tüm bu mekanize seyyar satıcılar bile şehrin hızla gelişen sitelerin yoğun olduğu bölgelerde yoklar. Oralarda yaşayanlar alışverişlerini AVM’lerden ya da pazaryerlerinden yapıyor.

Dünün seyyar satıcıları ve diğer çok sayıda meslek gibi; günümüzün de pek çok mesleği dijital devrimle birlikte birkaç on yıla kalmadan yok olacak. Ve çocuklarımızın, torunlarımızın anılarında kalacak. Anıları kayda geçirme sırası onlara, bizlerden çok daha erken gelecek.

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?