USD 0,0000
EUR 0,0000
USD/EUR 0,00
ALTIN 000,00
BİST 0.000

Bursa Kiliseleri

09-02-2016

Türkler, XI. yüzyıldan bu yana Bursa’da yerleşmişti. İki-üç yüzyıl boyunca Hıristiyanlarla kah savaşıp, kah alışveriş yaparak Bursa’da ortak bir coğrafyada yaşamıştı. Selçuklular devrinde Bursa, Bizanslılar ile Selçuklular arasında sınır idi. (Köprülü, 1984: 76) Türklerin Bursa’ya geldiği dönemde, Hıristiyanlık ile Müslümanlığın çatışma içinde olduğu gözükse de, gerçekte son derece hoşgörülü bir ortam olduğu anlaşılıyor. Örneğin Bursa’da esir olan Rahip Palamas’ın anılarına göre, Orhan Bey döneminde, farklı dinlerden olan din adamları sürekli tartışabilmekteydi.[1] “Bursa bölgesinde Rumlar, iki asırdan beri Türk ve Müslümanlarla birlikte yaşamışlar, bunları iyi komşu bulmuşlardı. Bu nedenle; ne Türklere, ne de onların dinine karşı nefret duyuyorlardı. Ancak zaman zaman bazı olayların olduğu görülmektedir.”[2] (Gibons, 1998: 95)

Ruhaniyetli şehrin Manastırları

Bursa, Osmanlı döneminde “ruhaniyetli şehir” olarak anılmıştı. Oysa Bursa, Bizans döneminde de bu özelliği ile tanınmıştı. Kandes, XIX. yüzyılda bu konuda şunları yazmaktadır: “Bizans döneminde Bursa, kilise terminolojisine göre Theoupolis (Tanrı kenti) adını taşırdı. Bu şekilde imza atan ilk piskoposu da Polyhronios'tu. Bursa’ya bu isim, Uludağ’daki manastırların sayısının çokluğu nedeniyle verilmiş olmalı. Bursa bu unvana, VII. yüzyıldan itibaren sahipti. Bursa’nın manevi kaynağı ise, sayılamayacak kadar çok sayıda olan manastır ve keşişlerin varlığı idi. Bu manastırlar, VIII. yüzyıldan itibaren, çok uzak mesafelere ışık saçan deniz fenerleri gibi Tanrının koruduğu bu bölgeyi aydınlatmaktaydı.”

Türkler Bursa’ya geldiklerinde onları, antik çağ tanrılarının yerini alan Hıristiyan keşişler karşıladı. Çünkü Anadolu’nun Aynanoz’u sayılan Keşiş Dağı’nda, Türkler geldiğinde irili ufaklı 147 kadar manastır olduğu savunulur. Türklerin gelmesinden sonra manastırların yerini tekkeler, keşişlerin yerini dervişler aldı.[3] Türkler gelince, Uludağ’daki tüm keşişlerin kaçtıkları ve yerine dervişlerin tekke kurulduğu söylense de, XVI. yüzyıla kadar Uludağ’da Hıristiyan manastırı ve keşişlerinin varlığı bilinmektedir.[4] Hatta Lubenau, XVI. yüzyılda, Uludağ’daki bir manastırdaki ayine katılmıştı.

“Uludağ'daki kutsal manastırlar, XI. yüzyılda büyük bir gelişme göstermişti. Bu manastırlardaki sakinler, sadece sıradan halkın arasından gelen kişilerden olmayıp üst düzey sosyal sınıflardan gelen insanlar da vardı. 867 yılında Aziz Peder Petros, Uludağ'da bir manastırda kalmıştı. Eufemianos adını alan Azize Anna da Auramit Manastırı’nda yaşamıştı. Aziz Peder Büyük İoanikios Agauron Manastırı’nda, direk tepesinde yaşayan genç Aziz Lukas, Agauron Manastırı’nda, amcaları Vasilios ve Gregorios'la birlikte kalan keramet sahibi Aziz Ephsrtatios, Martir Neofytos, Aziz Dionysios ve şanlı bir soydan gelen Tekfur, Aziz Petros da Uludağ'daki manastırlarda yaşamıştı. Symeon Protoveskarios, 1036 yılında İstanbul'u terk edip Uludağ'da kendi inşa ettirdiği yeni manastırda keşiş oldu. İoannes Ksifilinos ile tanınmış bir filozof olan Michael Psellos, 1054-1055 yıllarında Saray’dan kaçıp burada çınarların koyu gölgeleri altında felsefe yaptı.”

“Uludağ’da Auramitlerin ve Agaurosların Manastırları çok ünlüydü. Bu manastırlarda çok sayıda keşiş vardı. Katara Manastırı dışında pek çok komün yaşamının egemen olduğu manastırlar kurulmuştu. Bu manastırlarda yaşayan keşişler, kutsallık konusunda o kadar büyük bir ün kazanmışlardı ki, tıpkı Osmanlı Sultanları gibi, Bizans imparatorlarını da kendisine çekmişti. Tüm zorluklara aldırmaksızın burayı ziyaret eden imparatorlar, varisleri için yada Araplara karşı yürütülen savaşlarda zaferler dilemek için Uludağ'ın keşişlerinden dualarını istiyordu. Nitekim Bilge Leon ve Konstantinos Porphyrogennetos da, Uludağ’daki manastırları ziyaret edip hediyeler vermişti.” (Kandes 1883/2008: 163 vd)

Agaures/Agorlar Manastırı, Uludağ’ın en ünlü manastırıydı. Bölgedeki manastırların çoğu buna bağlıydı. Uludağ yolunun 2.760 metresindeydi. İkonograf isyanında başlıca sürgün manastırı olarak kullanılmış. VIII. yüzyılın başında yapılmış. St. Martyrs Cosme ile Damien’e tahsis edilmiş. Halk bu manastırın bulunduğu mevkii Kalimn/Calymne diye de anılmış. Burasını hadımlar çok ziyaret ettiği için Ogar/Augares olarak da anılmış.[5] Mensupları kalabalık ve ziyaretçileri çokmuş. Bu nedenle manastır çevresinde evler yapılıp yerleşim alanı olmuş. Manastırın biraz ilersinde ve yolun doğusunda da, S. Pierre d’Atrao tarafından 814 yılında kurulan Kadınlar Manastırı varmış. Mezolimp/Mesolympe Manastırı; Katarlar Manastırı ile Libyana Manastırı arasında olup 860 m yükseklikte imiş. Enkazını Menthon, fundalıklar arasında görmüş. İmparator Leon Larmenien’in zamanında ikonograflara karşı yapılan baskılar sırasında St. Piere d’Aroa rahipleri kaçıp, bu manastıra sığınmış.

İnkaya köyü yakınlarında ve Agapios Manastırı’nın kuzeyinde, derin bir vadide Abramites/Abramitler Manastırı ve daha aşağıda Leucades/Lökadlar Manastırı ve yerleşimi varmış. Dobruca köyünün kuzeyinde ve Nilüfer Çayının kenarında ufak bir tepedeymiş. Yine İnkaya köyünün hemen kuzeyinde Agapios Manastırı olup 1920’li yıllarda Menthon, bu manastırın tek tük enkazına rastlamış. İnkaya köyü üzerinde, Bale Manastırı civarında Aziz/Hagios Juif Constantin Manastırı, dağ yolu kenarında ve 430 metre yükseklikteymiş. Bunların tümü Agorlara bağlı imiş.

Ulubat Gölü’nün kuzeybatısında olan Aziz/Hagios Joannice Manastırı, 754 yılında Aziz Joannice tarafından kurulmuş. Kayapa köyü yakınlarında olan bu manastır civarında, Bizans ordusu 17 yıl konaklamış. Burada şenlikler düzenlenmiş. Aziz/Hagios Nicolas Manastırı, “kral manastırı” olup Bursa’nın doğusunda, Nilüfer’in kıvrımları arasında imiş.

Missi kasabasında St. Andre Manastırı varmış. Bizans ordugâhı bu köyde kurulurmuş. Konstantinos bu manastırın adını değiştirip, manastırı onurlandırmış. Burada uzun süre kalmış. Gökten gelen bir haber üzerine burasını terk etmiş. Misi köyü civarında, nehrin batısında bulunan Aziz/Hagios Zekeriya/Zacharie Manastırı, St. Paul 799 yılında kurmuş. Manastırın ikinci ünlü hâkimi St. Pierre imiş. St. Paul, Hac’a giderken Kızılırmak civarında gaipten gelen bir sesle geri dönüp, gösterilecek yerde bir kilise yaparak orada (Allah’ın sürülerini gütmesi) uyarısı üzerine Bursa’ya gelip bu manastırı kurmuş.

Kayapa kasabasının güneyinde bulunan St. Hagios Eustache Manastırı 815 yılında St. Jounnice tarafından kurulmuş. Menthon bu manastırın kalıntılarını bulmuş.

Cilimboz Deresi’nin kaynağı civarında Bale/Balee Manastırı olup VII. yüzyılın sonlarında yapılmış. Çevresinde ayrıca birçok ufak manastır varmış. Cumhuriyet Köşkü üstünde, dağa çıkan yolun sağında ve 450 metre yükseklikte Del/Dele Manastırı bulunmaktaymış. St. Pierre, uzun süre burada inzivaya çekilmiş. Bu manastır bir mağara durumunda olup sonra Emir Sultan tarafından da kullanılmış. Bugün de bu mağara varlığını korumakta.

Uludağ’ın 1.000 metre yükseklikte bulunan Hadımlar/Eunuques Manastırı, VII. yüzyılda, Gölcük yaylasında kurulmuş. Manastıra en kısa yoldan Kaplıkaya’dan gidiliyormuş. İki kayalık arasından geçilip, suların dağıldığı Kırkpınar denilen yerdeymiş. Saitabat civarındaki pınarın bulunduğu yerdeki manastırın kalıntılarını Genç Antoine belirlemiş.

Kadıyayla’da bulunan Katarlar/Cathares Manastırı, Saccudion Manastırı’nın hemen yanındaymış. 1000 metre yükseklikte olan manastır çevresi eskiden ormanla kaplıymış. Menthon’a göre, burada tarım yapan köylüler, manastırın kalıntılarını tümüyle yok etmiş. Kadıyayla’da, 575 metre yükseklikte Libyana/Libiana Manastırı varmış. Değirmenlikızık köyünün güneyinde, köy ile Kadıyayla arasındaymış. Manastır, Menthon’a göre, Türk döneminden sonra tekke olarak kullanılmış. Eskidikçe tamir görmüş. Türk devrindeki adı Araplar Tekkesi imiş. Kadıyayla’da, 1.075 metre yükseklikteki Saccudion/Sakküdyon Manastırı, 781 yılında yapılmış. Burada yaşayan keşişlerin sayısı 100’e kadar çıkmış. VI. Konstantinos Bursa’ya geldiği zaman bu manastırın papazları onu karşılamak için dağdan inmeye gerek görmemiş. Bu nedenle Konstantinos, Platon adındaki papazı hapse atmış. Diğer papazları da dövdürmüş. Manastırı tecrit edip yardımsız bırakmış. Fakat tüm bunlara karşın manastır ününü ve varlığını korumuş. Uludağ’ın en güzel yapılarından biri olan yapının çatıları, kubbeleri, kapıları ve kemerleri ayrı ayrı güzellikler sunuyormuş. Özellikle mozaikten yapılmış resimli kaldırımları çok ünlüymüş.

Fidyekızık ile Cumalıkızık köylerinin arasından geçen Balıklı deresine 15 dakikalık bir uzaklıkta bulunan Kril/Crile Manastırı, Fidyekızık’tan dağ yolu üzerindeymiş. Denizden yüksekliği 430 metre olan manastırın yeri, kestane ağaçlarıyla gölgelenen yayla gibi bir yerdeymiş. Menthon, 1920’li yıllarda bu kalıntılar arasında küçük ve yuvarlak bir havuz ile üstünde haç resmedilmiş bir direk başlığı görmüş. Cumalıkızık ve Hamamlıkızık köylerinin arasından akan Kilise Deresi boyunca sıralanan pek çok manastırdan birincisi Semboller/Symboles Manastırı imiş. Menthon, 1925’li yıllarda manastırın yerini şöyle tarif ediyor: “Cumalıkızık’tan itibaren Kilise deresi boyunca giden patikanın sağındaymış. Düzdağ denilen ve kestane ağaçları ile örtülü bulunan tepe üzerindeymiş. VII. yüzyılda kurulmuş. Çanlar icat edilmeden önce burada büyük tahta levhalar çan olarak kullanılırmış. Bu levhalara çekiç ile vurup çağırılırmış. Manastırda Limnyot, Teasterikt, Timote gibi azizler yaşamış.”

Odunluk köyü civarındaki bir bölgede yer alan Laure Manastırı ve Elie kasabası civarında Telai adlı bir manastır varmış. Bu eski manastırın daha yukarısında, Demirciköy ile İnesi/Gorgyte deresi civarında Antidion Manastırı varmış. Tete de Corbeau/Feurla Dede ile bir boğaz ile ayrılmaktaymış. St. Joannice son günlerini bu manastırda geçirmiş. Tchaly Manastırı da Feurla Dede civarındaymış. 

Uludağ’da 850 metre yükseklikteki Delmate Tepesi, Kilise ve Çayırlıdere civarında Photinodios Manastırı varmış. 1430 metre yükseklikteki zirvenin eski adı Photinodios’muş. Cumhuriyetin ilk yıllarında bile halk arasında Photin/Fotin olarak anılması ilginç. Sobran tepesinin kuzeybatısında ve Küçükbalıklı deresinin iki kolu arasında bulunan manastıra da bu nedenle Photinodios Manastırı denilmiş. Uludağ’ın en yüksekteki manastırı bu imiş. Hacı Tonak, bu manastırın bulunduğu tepeye çıkarak güzel bir planını çıkarmıştır. Bir uçurumun yamacında kurulmuş ve tüm ovaya egemen olan bu manastırın çevresinde yaygın olarak deli kavaklar bulunmaktadır. Büyükdere yakınlarında Saccudion, Cathares ve Libiana manastırları, uzakta ise; Kıran köyündeki (Constantin’in doğduğu) Phlubute Manastırı varmış.

Abdalmurat Tepesi’nde, sonraları Abdalmurat Tekkesi olarak da kullanılan Trichalice/Trikalis Manastırı bulunmaktaydı.

[1] Grogorie Palamas, Chez les Turcs-Travaux et Memoires (Centre de Recherche d’histoire et Civisation de Byzance) VI. (1979) s.109-222; Rahip Palamas’ın seyahatnamesi konusunda Sayın Prof. Dr. Halil İnalcık, İznik’te gerçekleştirdiği konferansta, çok ayrıntılı bir bildiri sunmuştur.

[2] “Bursa'nın Başrahibi Gabriel ve aynı adı taşıyan Sırbistan Başpiskoposu da Bursa'nın merkezinde 1659 yılında (3 ve 13 Aralık tarihlerinde) darağacında asılmak suretiyle çile dolu bir ölümle karşı karşıya kalmış. Serez kentinden olan Patrik Maksimus zamanında, Bursalı olan İoannes ve Kozmas da din uğruna ölmüş. Onların ilahilerini Büyük Hatip Manuel Peloponesios yazmış. Yine burada 6 Ekim 1590 tarihinde Gemlik'ten Makarios din adına ölmüş. 1725 yılı Nisan ayında Bursalı bir kadın olan Argyre, 17 yıl boyunca hapiste kalarak dininden dönmemek için ölmüş.” (Kandes 1883/2008: 163 vd)

[3] “Olimpos/Uludağ rahipleri, Bursa'yı ele geçiren Türklerin egemenliğine girdi. Bununla beraber yaşamlarını yitirenlerin anılarını yaşatmak üzere, Türklerce Keşiş Dağı adını almıştır: “Bu bölgede İslamiyet’in yayılışının ardından Müslüman sufiler, Hıristiyan keşişlerin geleneklerini alarak, dağda birçok inziva konutu kurdu. Halk, dervişlerin kerametlerini genel olarak tamamıyla ezberler. Asya'nın başka yerlerinde olduğu gibi burada da dinler, düşmanı oldukları dinlerin ünlü yerlerini alır. Hıristiyanlıkla birlikte kiliseler, putperest tapınakların yerini almıştı. Müslümanlık da Helen Hıristiyanlığının yıkıntıları üzerine dikilmiştir. Her yerde yeni din, eskisinin yerine geçer”. (Texier, 1996: 240) 1880’li yıllarda Bursa’ya gelen Marie de Launay, Afrodit/Venüs adına tapınakların yapıldığı Olimpos’a daha sonra Hıristiyanlar manastırlar yaptığını yazar: “Eskiden Aynaroz'daki gibi burada da çok sayıda keşiş ve manastır vardı. Osmanlılar Bursa'yı aldıkları zaman Hıristiyan keşişlerin yerini İslam dervişleri almıştır. Bu nedenle dağ eski işlevini sürdürmüştür. Halk da bu dağa, eski şeklinden dolayı Keşiş Dağı olarak anmayı sürdürdü”. (Kaplanoğlu/Günaydın, 2000: 152 vd) “Bursa bölgesinin fethinden sonra dervişler keşişlerin yerini aldı ve Olimpos'un tepeleri tekke ve hücrelerle doldu. Bugün bile Olimpos'a Türkler Keşiş Dağı adını verirler”. (Ubicini, 1977: 43-63)

[4] Emir Sultan menkıbelerine göre o tarihte Uludağ’da bir rahip varmış. Yılın on bir ayını dağda ibadetle geçiren rahip, bir ayını da Bursa’nın tenha bir ovasında dinlenmekle geçirirmiş. Ovada oturduğu sıralarda hastalara dualar okur, üflermiş. Nefesi çok güçlüymüş. Halk arasında gözsüzlere göz, söz söylemeyenlere söz, ayaksızlara ayak, kötürümleri ayağa kaldıran rahip olarak ün salmış. Ünü tüm Doğu ve Batı dünyasına yayılmış. Bir gün Emir Sultan bu takva sahibi rahibi görmek ister. Uludağ’daki inziva yerine gittiğinde rahip onu tanımış. Rahip, gece rüyasında Hz. Muhammed’i gördüğünü ve bu nedenle de iman ettiğini söylemiş: “Sen benim üzerimdeki siyah elbiseye bakma, aslında ben imana geldim” demiş. (Hüsameddin-i Bursavi, Menakıb-ı Emir Sultan, Bursa YABEK, G. 2452/1, s.104-106)

[5] Hadımlar Manastırı’nın doğusunda, Balıklı deresi civarında, 870 m yükseklikteki Sinsel/Syncelle Manastırı’nın yeri bugün Yurtyeri olarak anılmaktaymış.

Fetih öncesinde Bursa’daki Bizans Kiliseleri

Bursa’da bulanan kiliseler iki döneme aitti. Biri, Türklerin bölgeye gelmezden önce yapılmış bulunan Bizans manastır ve kiliseleri, diğeri ise Osmanlı döneminde yapılmış olanlarıydı. Bursa’da bulunan kiliselerin çoğu, Osmanlı döneminde, hatta 18-19. yüzyılda yapılmış kiliselerdi. Kilise dışında, kırsal alanda külliye biçiminde yapılmış manastırlar da vardı.

Bursa fethedildiği zaman, şehir sadece Hisar içinden ibaretti. Bu tarihte Hisar'da 7 mahalle ile 7 kilise bulunduğu sanılmakta. Bu kiliselerin en büyüğü, Osman Bey'in türbesinin bulunduğu yerdeki Saint Helen Kilisesi'ydi. Kaynaklarda Gümüşlü Kümbet olarak anılan bu yapıya, daha sonra Orhan Bey de gömülmüştü. Kilise yıkılmamış, camiye dönüştürülmüştü. Ayrıca Kavaklı, Üftade, Şahadet Camii ile Lalaşahin Medresesi’nin de kiliseden çevrildiği savunulmakta. Yerkapı'da Darulkurra’nın hemen karşısındaki apartmanın temellerinde de bir kiliseye ait olduğu tahmin edilen bir yapı kalıntısı çıkmıştı.[1]

Her cemaate ayrı bir kilise kurulmaktaydı

Bursa’daki Müslüman cemaat, nasıl mescit ve cami çevresinde örgütlenmişse, her Hıristiyan yada Yahudi cemaatin de ayrı kilise ve havra etrafında birer cemaat oluşturmuştu. Bursa’da her birey bir cemaatin üyesi olmak zorundaydı. Bursalı Yahudiler, büyük bir nüfusa sahip olmadığı halde, tümü toplu bir yerde bulunsa da, üç cemaat olduğu için üç havrası vardı. Bursalı Yahudiler, Roma devrinden kalanların oluşturduğu Romanotlar, İspanya’dan gelenlerin oluşturduğu Seferatlar ile Eskanzi Cemaatlerinden oluşmakta olup her cemaatin ayrı birer havrası vardı.

Bursa merkezinde, XIV-XV. yüzyılda üç ayrı Rum cemaati ile bir Ermeni cemaati olduğu için, XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar sadece 4 kilise vardı. Fazlasına da izin verilmiyordu. Fetih öncesi Bursalı Rumlar, bir cemaat olarak kabul edilip sur dibinde, bugünkü Zafer Plaza karşısında bir kilise kurulmasına izin verilmişti. I. Murat döneminde Demirkapı’dan göç ettirilen ve Demirkapı Mahallesini kuran Rumlar da ayrı bir cemaat kabul edilip kilise kurmalarına izin verilmişti. Yine aynı dönemde Simaviyan’dan göç ettirilip Kayabaşı Mahallesi’ni kuran Rumlar da, ayrı bir cemaat kabul edilerek bir kilise kurulmasına izin verildi. Ermeniler de ayrı bir cemaat kabul edilip Setbaşı’nda bir kilise kurulmasına izin verilmişti. Ancak, özellikle Ermeni cemaati zamanla çok büyümüş olsa da yeni bir kilise kurulmasına izin verilmemişti.[2]

XIX. yüzyılda misyoner örgütlerin etkisiyle, Ermenilerden bir kısmı Katolik ve Protestan oldu. Bu aşamada oluşan Ermeni Protestan ile Ermeni Katolik cemaati az da olsa, kilise kurulmasına izin verilmişti. Ancak Ermeni cemaati, daha XVII. yüzyılda çok büyük nüfusa ulaşmasına karşın yeni bir kilise kurulmasına izin verilmemişti. Bu tür nedenlerden dolayı Hıristiyanlar, mevcut kiliselerin cemaate yetmediği için, yıkıp yerine büyük kiliseler yapmak suretiyle sorunu çözme yolunu giriştiklerinde ise, resmi olmasa da halkın tepkisiyle karşılaştığı görülür. Bu konuda belgelerde çokça örnek bulunmakta…

Mahkeme kayıtlarına göre XVII. yüzyılda, Kaplıca Kapısı yakınlarında bulunan eski kilise yerine Hıristiyanların kilise yapmaya kalkışmaları, o tarihte büyük olaylara neden olmuştu. Bursa’da “Kilise meselesi” olarak adlandırılan bu olayda,  Naima tarihine göre “Hıristiyanlar, yasaya aykırı açtığı bu kilise için Kadı’ya para vermiş. Hocazade Mesut Efendi de Kadı olunca buna karşı çıkmış, kilisenin kapısını kilitlemiş. Bunun üzerine Sadrazam/Başbakan kiliseyi kapatan kadıyı görevden almış. Bunun üzerine de Bursa halkı “Kadı’mız yok yere görevden alındı” diye ayağa kalkıp, bu kiliseyle birlikte Bursa’da bulunan üç kiliseyi “berbat” etmiş. Bunun üzerine Sadrazam olayı bastırmış, kiliseleri de yeniden yaptırmış…

1794 yılı Ramazan ayının 28. günü, tamir edilen Ermeni Gregoryen kilisesi, çok yüksek bir şekilde ve altı kubbe üzerine yapılması üzerine Müslümanlar arasında bazı dedikodulara neden oldu. Kilisenin böyle büyük yapıldığı için, Müslümanların dualarının kabul edilmeyeceği ve yağmurun yağmamasına neden olacağı yönünde hocaların yaptığı tahrikler sonucu da halk galeyana gelip yıkılmıştı. Olayın ilginci yöne ise; kilisenin, Hoca Kadın’ın önderliğinde bini aşkın Bursalı kadın tarafından yıkılmış olmasıydı. Bu olay üzerine de Hükümet, Bursa’da kiliseyi yıkanların tümünü yargılayıp ceza verdi. Yıkılan kilise de yeniden yapıldı.[3]

[1] İznik’in güneyinde bulunan Derbent köyü ile Mecidiye köyü arasındaki Değirmen Boğazı mevkiinde olasılıkla II-III. asırda yapılmış kaya üzerindeki kabartmalarda azizlere ait figürler yer almakta. Bazı Yunanca kitabelerin de olduğu kabartmaların adak kabartmaları olduğu tahmin ediliyor. Bu kalıntılar olasılıkla Azize Bakire Tapınağı iken daha sonra Hyacinthe Manastırı’na dönüşen alanda yer almakta. Yine Keles Menteşe köyü yakınlarındaki kayalar arasında yapılan mağaralardaki manastır ve preskolarda da olasılıkla II. asırdaki Hıristiyanlığın yasaklandığı dönemde yapılan ibadet alanıydı. Son derece korunaklı bir kayalıkta bulunan bu alanda, havarilerin resimlerinden oluşan preskolar dikkat çekicidir.

[2] 1642 yılında Azebbey Mahallesi’nde oturan 10 kişi mahkemeye başvurarak Muradiye semtinde Kayabaşı Mahallesi’nde, mahallenin adıyla anılan Hıristiyanlara ait kilisenin bulunduğu arsanın, Müslümanlara ait vakıf yeri olduğunu, kilise yapılmazdan önce bu yerde Müslüman çocuklarına dinî eğitim verildiğini, ancak belli bir süre sonra bu mektep binası yıkılmaya yüz tutunca Hıristiyanların bu binaya sahip çıkarak üzerinde ev yapma bahanesiyle vakfın mütevellisinden bu mülkü satın aldıklarını, ancak bu mektep binasının bulunduğu arsa üzerinde bir hayli geniş ve yüksek bir kilise yaptırarak ayin icra etmeye başladıklarını ve Müslümanları da bu tür dinî faaliyetlere davete başladıklarını belirtmiş ve Allah rızası için bu binanın yıkılmasını istemişlerdi. Kilise görevlileri ise bu taleplerin doğru olmadığını ve ibadetlerin usûlüne göre yapıldığını bildirince mahkeme, aynı mahalle sakinleri arasında 100 yaşının üzerinde olan ve tanıklıklarında şüpheye düşülmeyecek dört kişinin bilgilerine başvurdu. Onların verdiği bilgi de, mahkemeye arzuhalde bulunan Müslümanlarla örtüşünce sözkonusu kilise binasını yıkılmasına karar verilmişti. (BŞS. C2/14a; Mefail Hızlı -"XVII. Yüzyılda Mektep- Kilise Kavgası" Bursa Araştırmaları Dergisi, (2004/5) s.3).

1040/1630 yılına ait bir Bursa Kadı Sicil belgesine göre, Setbaşı’nda bir Ermeni Kilisesi yıkılmasının istenmişti. Karaağaç Mahallesinde, iki cami arasında, Ermeniler tarafından sonradan bir kilise kurup “ehl-i islamın evlad ve ezkârına mâni olub ve zarar etmeleri,” gerekçesiyle yıkılması istendi. Saray’dan gelen emirde de, konunun araştırılarak, burada gerçekten bir kilise olup olmadığı ve yapılan kilisenin gerçekten Müslümanlara zarar verip vermediğinin araştırılması istenir. (BKS, Defter 85, s.4)

[3] 1793 yılında Ramazan'da Bursa'ya giden vaizler, kilise yapılırsa yağmur yağmaz sözlerini söylediklerinden Bursa'da Ermeni Kilisesi'nin yakıldığı ve tamirine gizlice ruhsat veren hakim-i beldenin azlolunup tedib edildiği hakkındaki belge için bk. (BOA, HAT, Dosya: 208, Göm: 11030). Ermeni kilisesini yıkıp-yakanların tedibi hakkındaki belge için bk. (BOA, HAT, Dosya: 206, Göm: 10812) “Bursa'da muhterik olan mahud kilise maddesinden dolayı tedib ve nefyolunanlar ve tamirine ruhsat verildiği takdirde ekid ve şedid emr-i âli isdariyle beraber silâhşorlardan Numan Bey'in nazır tayini hakkında” belge için bk. (BOA, HAT, Dosya: 180, Göm: 8181)

Raif Kaplanoğlu